Babası İstanbul’u Latinlerden geri aldığı için halk tarafından sevilse de vahşetinden halk da nasibini almış ve imparatorun dı dahi bir korku unsuru olmaya yetmiştir. Maria’nın annesi de bu zalim imparatorun hançerinden nasibini almış ve öldürülmüştür. Tüm bu zulmüne rağmen Maria’yı çok seven ve onu dünyadan korumaya çalışan imparator kızını özgürce büyütmüş hatta Maria başına buyruk bir genç kadın olana kadar da bu böyle devam etmiştir. Günün birinde Maria Galatalı bir serseriye aşık olana kadar.
Esmer, yakışıklı bir şair, olan sevgilisi her maceraperest gibi beş parasızdır. Bu genç delikanlı Maria’nın saraydan kaçıp İstanbul sokaklarında bir başına dolaştığı keyifli zamanlarında ona İstanbul’un armağanıdır. Çok geçmeden bu iki aşık her gün buluşmaya başlar ve Galata’daki eski ahşap bir ev aşıkların mabedi olur. Başka bir arkadaşıyla paylaştığı evinde huzur içinde yaşayan genç şair başına geleceklerden habersizdir. Zalim imparator çoktan gencin ölüm emrini vermiştir. Fakat aynı gün başlayan uğursuz bir yangın tüm hikayeyi değiştirmiştir. Yangında kurtulan üç kişinin Maria, sevgilisi ve ev arkadaşı olduğunu anlayan askerler Maria’yı saraya talihsiz iki genci de ölümün karanlık dehlizlerine götürmüştür.
Maria kendine geldiğinde hem aşk acısı yaşamakta hem de Kostantinapolis’in en güzel kızı olarak anılırken yüzünde büyük bir yanık iziyle gençliğini sorgulamaktadır. İmparator dönemin en iyi doktorlarını getirse de Maria’nın eski güzelliğine kavuşması çok zordur. Maria gencecik yaşında Atlas gibi dünyayı sırtlasa da bir henüz hayatın ona hazırladığı karanlık sürprizler bitmemiştir.
Moğollarla arasındaki bağı güçlendirmek isteyen imparator, kızı Maria’yı evlenmesi için Hülagü Han’a gönderir. Dönemin şartları içerisinde yol çok uzun sürer üstelik Hülagü Han çok yaşlıdır. Maria yoldayken henüz evlenmediği müstakbel eşi hayatını kaybeder. Bunun üzerine hükümdarın oğlu Abaka Han ile evlenmesi uygun görünen Maria, bu teklifi kabul eder zaten başka da şansı yoktur. Abaka Han da taht mücadelesinde kardeşi Ahmet Han tarafından öldürülünce Maria lanetli kabul edilir ve İstanbul’a gönderilir.
Hayattan istediği hiçbir şeyi alamamış olan Maria, gittiği her yere ölümü de götürdüğünden kendini bir manastıra kapamak ister. 1281 yılında inşa edilen ve İstanbul’un fethinde Fatih Sultan Mehmed’in fermanıyla camiye çevrilmeyen tek kiliselerden biri olan bu manastırda Maria nihayet ebedi uykusuna dalıyor ve belki de çilesi bitiyor. Bugün hala fermanın fotokopisinin duvarda sergilendiği Kanlı Meryem Kilisesi aynı zamanda Moğolların Meryemi olarak da anılır. Hatta talihsiz Maria’nın bir de resmi yapılmıştır fakat kötü şansı orada da yakasını bırakmaz. Maria, bir Moğol prensesi gibi resmedilmiş ve tarih sahnesinde geriye yaralı ama güzel, çileli ama masum yüzü değil; bir Moğol prensesi gibi resmedilen çekik gözleri kalmıştır.